18.12.2011

bugün pazar hava kapalı hastanedeyim bi de annemi özledim

bu hafta nasıl geçti anlamadım. hiç nöbetim yoktu ama yine de tüm kaslarım ayrı ayrı ağrıyor. bugün nöbete gelirken çok zorlandım. havadandır heralde. perşembe akşamı sevgilimin annesi geldi ankaraya. onu ziyarete gittik. cuma akşamı arkadaşlarım geldi evimizi hayırlamaya. bize çok güzel bir saat almışlar. saat istasyonlarda takılı olan iki taraflı yuvarlak duvara monte saatlere benzetilmiş. tabi biz ikimiz de çok becerikli olduğumuz için bir çivi çakmak amacıyla duvarda 5 ayrı yıkık alan oluşturabildiğimizden gelmişken bir de takar mısınız dedik. çocuk insaat mühendisi elinden gelir nasılsa dedik. yarım saat insanları koltuk tepelerinde matkaplar tornavidalar elektrik süpürgeleriyle dolandırdık. tabi biraz da mahcup olduk. ama çok güzel oldu. dün sabah da emrahın annesi dayısıgil filan geldiler kahvaltıya. geldiklerinde saat 12 buvuk olmuştu. ben 10a kadar uyudum emrah hazırlamış her şeyi. sonra ben de kalktım. portakal suyusıktık. bekle bekle gelene kadar bari börek yiyelim dedik. kendimize sallama çay yaptık. sonra playstation oynadık. little big planet diye bir oyun. çok güzel bir oyun. aaa koridordan bağırışmalar geliyor. birileri kavga ediyor yine. hasta yakınları ve hemşirenin sesi sanırım. neyse ben gidip bi bakayım... tam geri dönmüş bi cümle yazıyordum ki odamın kapısı açıldı bi hasta kötüleşmiş. koştuk baktık teyze tuvalete kalkınca byığılmış. genel durumu iyi, 50 yaşlarında bi kadıncağızdı. ek hastalığı yoktu. parkinson nedeniyle yatıyordu. hemen yoğun bakıma çektik,entübe ettik, tam 1.5 hatta 2 saat resusitasyon yaptık. ama teyzem geri döndü. şimdi stabil durumu. inşallah toparlar da yoğun bakımdan çıkısını görürüm. bu arada benim yukarıda sorumlu olduğum ara yoğun bakımda bir sürü işim vardı, acilde dahiliye yoğun bakımda hastalar için beni arıyorlardı. ve biz akşam 6ya kadar yemek yicek vakit bulamadan koştuk durduk. neyse şimdi biraz sakinleştik. inşallah bu günlük bu kadardır. yarın akşam olsa da evime gitsem...

5.12.2011

emel sayın konseri

4 yaşımdayken, emel sayın TV 1 ekranında muhteşem sarı saçları ve mavi gözleriyle bir prenses edasıyla şarkı söylerken ben, zeki mürenin amca değil de teyze olduğuna annemin el kadar çocukla dalga geçtiğini bilmediğim haylaz arkadaşını inandırmaya çalışırken, mide bulantımı araba teybine takılan mavi kağıt çıkartmalı barış manco kasetiyle kendimden geçerek geçirirken... işte 4 yaşımdayken.... o çok, en güzel zamanlarında yaşamımın, zümrüt gibi parladığı, hayatta zümrüdü anka kuşlarının olduğuna inanırken hala...gözlerimi dikmiş hayran hayran izlerken ve yalnız kaldığımda her hareketini taklit ederek eşlik ederken. emel sayın hep o şarkıyı söylerdi. yağdır mevlam su...
24 sene.
aradan geçen zamana bakınca kendimi tıpkı şarkıda söylenen kurumuş topraklar gibi hissediyorum.
Ankara'ya gelmiş! internetten gazete okurken gördüm haberini. sanat yılının 45. yılını kutlayacakmış. ilk ankara radyosunda başlamış.
.........emrah, emel sayın geliyormuş gidelim mi?
emrah çok da istemeyerek olur dedi. biletimizi aldık ve gittik. yaş ortalamasını söylememe gerek yok sanırım. konser başladı. uzaktık sahneye, öyle ayrıntıları secebilecek bir mesafede olmadığımdan uzaktan sadece sarı saçlarını ve değiştirdiği kostümlerin parıltısını görüyodum. konser başladı. öyle sandığım kadar güzel olmadı. bilindik türk sanat müziği sarkıları, her yerde dinleyebileceğiniz türden. ve çok bağıran bir orkestra ardında kalmış emel sayın. ama bu emel sayın işte, çocukluğumun kahramanı, o kadarcık halimle beni duygulandıran bakışlarımı bilmediğim uzaklara daldıran...
sonra o başladı. benim şarkım. yağdır mevlam su. yüzümde kocaman bir gülümseme ve yanaklarımdan süzülen yaşlarla, 24 sene önceki küçük kızın tüm güneşli günlerini yeniden gözlerimin önüne serdi.
iyi ki dedim, gelmişim. asla unutmayacağım 3 dakikalık sarkı 3 saatlik sıkıcı konsere deydi.
hala söylüyorum ,yağdır mevlaaam suuuuu....

1.12.2011

bir ankara kısı ve soğuğa atıf, behzat ç.

seneler önce, fakülteye kayıt yaptırmaya geldiğimde hiç sevmemiştim ankarayı. ikametleri mevcut akrabalar dolayısıyla hemen hemen her sene bir ziyaret yaptığımız ve o zamanlarda sevmekle ilgili bir kaygımın olmadığı bu şehirde arabayla dolanırken annem etrafına biraz baksana hiç mi merak etmiyosun yaşayacağın şehri demişti. hiç unutmuyorum, dizlerim kırıp bacaklarımı arka koltukta toplamış , bakışlarımı ön koltuğun başlığına sabitlemiş oturuyordum. sanki pencereden dışarı bakmayınca artık ankarada yaşama gerçeğimi reddetmiş oluyordum. kendi kendine bir kaçınma mekanizması muhtemelen. sonra yıllar geçti geçerken yalnız günler, yeni arkadaşlar, artık konusulmayan arkadaşların üstüne başka yeni arkadaşlar,aşklar, sevgililer derken alışıp gitmiştim. birinci sınıfta iki haftada bir adana otobüsüne biner 7 saati varacağım şehrin güzelliğini, evimin sıcaklığını hayal ede ede pencereden dışarıyı mutlulukla izleyerek giderdim. tabi sonraları ayda bire düştü. ama ben ankarayı yine de sevmedim. soğuğunu karanlığını uzaklığını ... 10 sene geçmş. o günlerden bu günlere. 2 yurt 3 ev ve arada 3 şehir değiştirdim. şimdi 4. evimde 6 senelik sevgilimin eşliğe terfi ettiği yeni medeni halimle ikamet ediyorum. ve behzat ç. nin dizi müziklerini dinlerken anlıyorum ki artık bu şehir , hem de en sevmediğim yönleriyle ,soğuk ve karanlık kışıyla, içimde bir yer etmiş. sevmek ? bu arada ben pilli bebeği bir kız sanıyordum . halen de bir erkek topluluğun adının pilli bebek olmasını yadsıyorum. ama şarkıları 10 numara.

30.11.2011

yeni bir başlangıç

ne zaman olmadı ki?
hayatta kocaman şeyleri gözardı edip, küçücük şeyleri gözüme sokuyorum. kendi hayatımı zorlaştırmaktan başka ne yapıyorum acaba? yıllar önce, daha küçük bir lise çocğuyken odamın duvarına kalın asetatlı kalemle kcaman yazmıstım, ''bugün kendin için ne yaptın?''. o zamanlar hayatımı sorgulayan ve yaşantımı kontrol altında tutmaya çalışan şimdiden çok daha olgun bir ruhum vardı. ya da sanıyorum. çünkü bir süre sonra o yazının yanına başka bir cümle eklendi. '' çok yaratıcı biriyim, acaip sorun yaratırım''. tam isabet. şimdi dönüp bakıyorum gerçekten de o zaman kendime 15 yıllık bir zaman sürecinde özetleyen bir cümle kurmuşum. itiraf edip gözümün önüne de koymusum. ama nafile. neye yaradı? hala aynıyım. tek farkla artık kendini sorgulayan, ya da sorgulma fikrini bile taşımayan birine dönüştüm. yıllar mı bu süreçte insanın kendiyle olan ilgisini kaybetmesine sebep oluyor? bilmiyorum. içi boş bir teneke kutusu gibi yuvarlanarak ilerliyorum. ve meyil bellli ki aşağı doğru.
insanın kendini geliştirmesi, içinde olan alaca renlerin uçlarını birer birer bulup çekmesi, kaosunu düzeltmesi... bir nevi ruhunu ütülemesi lazım.kıskançlık, korku,tembellik gibi hayatımızı farkettirmeden zora sokan alıştığımız hallerimizi farkedip üstüne gitmesi lazım. yeni kararlar alması, bazılarından vazgeçmesi ve bunu durmadan yapması lazım. ben? hiç birini yapmıyorum. mesela aylık nöbet listesi tüm enerjimi düşürebilen bir şey. halbuki gerçek olan bir şey bu asistanlık bitmeden ya da bir kaç yıl geçmeden bu durumun değişmeyeceği. ha bir eksik ha bir fazla. elden ne gelir ki?ya da kıdemlimin kim olduğu, senle nöbet tutmak istemiyorum demeyi gözüm kesmiyor da.
aslında...dün kötü bi şey oldu. ben çok sevdiğim biriyle çok sevdiğim başka biri yüzünden kavga ettim. hem de kötü bir kavga. öyle ki şiddetinden korkup ağlamaya başladım. gülme bana, kızlar işte dediğini duyar gibiyim. yok ama bir kıza yakışmayacak şeyler söyledim. bazen nadir de olsa kontrolümü tamamen kaybediyorum. ama bunu tabii ki ve herkes gibi nazımın geçtiği yani beni seven insanlara yapıyorum.biliyorum yanlış yapıyorum.hadi dün döndük ucundan ama ya başka bir gü geri dönüşsü bir yola girersem? olası yani. ben bu pervasız halde oldukça.
kendimle konusmayı, sonra yazmayı,enstrumanlarımı çalmayı hepsini bıraktım. ve yalnızım. içimdekileri dökebileceğim bir arkadaşımın olmadığını biliyorum. hani herşeyim paylaştığım türde biri. yoksa arkadaşlarım var, çok sevdiğim, sevildiğimi bildiğim ve güvendiğim. ama.. hani paylaşılan sırdaşlığın birbirini ayna kadar yansıttığı türden bir dostluk.eskiden vardı böyle biri. biliyorsun pınar. yıllarımı dakika dakika neredeyse birlikte yaşadığım. ruhumun düğümlerini ona anlatırken yavaş yavaş açardım. ben bulamazsam ipin ucunu o gösterirdi. hani caın sıkılınca ilk aradığın... ama şimdi yok. artık kendimle ilgili hiç bi şeyanlattığım kimse yok. annem,babam,eşim... epsi ruhumdan kısım kısım biliyorlar. belki büyümenin doğası budur ne dersin? 28 yaş...
kendime yabancı,yaşıma yabancıyım. sebebi? çünkü yaşadığım hayatı reddediyorum. evlendim ama yastığımın yanına pelus ayımıotrutup öyle uyuyorum. sanırım kabullenemediğim için de zaman bana sırtçeviriyor.
şimdi hayatıın en büyük bahanesi, ertelediğim her şeyin.. asistanlık ve nöbetler. peki asistanlı btiiğinde yani 2,5 sene sonra? o zaman da belki birçocuk? obüyüdükten sonra, ki o kadar yaşayacak mıyım? meçhul... geriye akıgiden bir ömür...
allahım yine o onulmaz melankolim hayır daha da kötüsü umutsuzluğum... melankolinin kendine has bir keyfiyeti vardır ya halbuki benimkisi gerçek birboşluk.
senle konusmayalı,kendimle konusmayalı uzun zaman olmuştu. iyi geldi. bu blog bana bir zamanlar bir yazarlık deneme çabasıydı. belki biraz etiket ve beğenilme arzusu. sonra babamla konustuğum bir sır kutusu oldu. sonra, yazmaktan yoruldu. ama şimdi, artık kendi kendimizeyiz. zaman bu arada beni takibeden bir kaç kişiyi de aldı götürdü. kimi bloglarını kapadı kimi takipsizlik kararı verdi. artık kendimi daha cesur anlatabileem sana. çünkü ne yakın arkadaşlarım ne sevgilim kimse dokunmuyor mahremimize.
sence yapabilir miyim?
yeni bir başlangıç...

4.10.2011

ahh benim gençliğim, ah narin kalbim ve kurt''çuk'' fobim!!!

nöbet çıkışıydım. eve yürüyecek kadar dermansız hissettiğim bacaklarım beni duraktaki taksiye kadar götürdü. yürüyerek 20 dkda gelebileceğim mesafeyi tıkalı trafik nedeniyle yine aynı zamanda aldık. neyse eve geldim, sevgilim (eşim) bi kursu nedeniyle geç gelecekti. bi sıcak banyo yaptım, kendimi salondaki oturmaktan çökerttiğim koltuğa bıraktım. kuandayı aldım elime, yarım saat sonra üzerimi giyinmiş kendime kitap almaya kitapçıya giderken buldum. epeydir okumayı istediğim bir kitap vardı, sonuncusunu alıp eve döndüm. kendime anneciğimin aptığı güzel yemeklerden bir sofra kurup salonda keyifle yedim. çay koyup dinleneyim derken aklıma emrah geldiğinde yesin diye poaca yapim dedim. peynir de az en iyisi patetesle yapmak diye başladım işe. öncelikli iş annemi arayıp tarif almak oldu tabii. neyse ben soğanları kıl kalınlığında kıyıp kavurup patetesleri yıkayıp haslayıp, hamuru yoğurup,patetesleri süzüp.........'' o ne be!! bir dilim güneş sarısı güzel patetesin üzerinde yatan,haşlanmaktan mükabil rengi iyice koyulaşmış bir kurtçuk... benim sevgili fobimdir kendileri. ben elimdeki herşeyi furlatmak suretiyle salona bir kaç adet orta dereceli desibel çığlığı atarak kaçtım. kedimi teskin edip geri dönmem yarım saatimi aldı. o dilimi çöpe bakmadan atıp,çöpü de bakmadan dışarı atıp geri döndüm işme. artık her haşlanmış dilimi çatal ve bıcakla alıp, kabukları asla el sürmeyip bıcakla soyuyor ve iyice kontrol ettikten sonra ezeceğim kaba koyuyordum. işte sorunsuz yürüyen bir 15 dakika sonrası soğanlarım kıamında kavrulmuş patetesleri ezme işlemim nihayet bitmişti ki.........malesef tahmin edevbileceğiniz gibi ikinci bir haslanmış kurt ezilmiş patetes kümesinin arasında. u defa salona geri dönmemek üzere ve göz yaşlarım eşliğinde koştum. annemi aradım,pınarı aradım,bi sigara yaktım...ellerim titrerken ben buz dolabındaki peynirleri ince kıyım maydnozla karıstırıyordum. annem ve pınar, bak o kada hamur yoğurmussun yazık olacak peynirli filan yap bişey olmaz diye teskin ettiler beni.babam da kızdı tabi. minicik kurt işte atar devam eder diye bağırıyordu. netice mi? evet peynirli poacalarım pişti,emrah eve geldiğinde bu evde bişeyler pişmiş diye hayreti mutluluktan fazla olan bir halde bana sarıldı. olan bu patetesler kurtlu diye attığım yeni alınmış 3 kilo patetes ve 5 kilo soğana oldu. bize de afiyet oldu.

3.10.2011

entübe hasta stresi

gecen 1 ay neredeyse hep iyi hasta takip ettiğim,hiç çıkmadığım,nerdeyse evimmiş gibi benimsediğim sevgili ara yoğun bakımıma bugün kötüü çok kötü bir hasta yatırdılar. zaten cuma akşamı giderken bomboş bıraktığım yatakların 2 si dolmuştu. ben onların kanlarını alırken acilden 2 tane daha gönderdiler. iyi mi dedim, hiç de kötü demediler. hastalar arka arkaya bi geldi ki defibrilatöre bağlı, alarmlar eşliğinde,bilinçler yok. ohh dedik tüm ekip hep birlikte. sonra yataklarına aldık. bi teyze 86 yaşında çok kötü bakılmış malesef, korkunç bir akciğer grqafisi ve hırıltısıyla oksijen düzeyi 70lerde. entüe etmek durumunda kaldık. yanındaki kadıncağız da kötü. moralim bozuldu. nedense stres oldum. ben böyle hasta takip etmek istemiyorum . tabi kim ister de. ne bileyim işte nöroloji secerken çok ağır hasta olmasın diye secmiştim,ama yoğun bakımlarda üstelik de yoğun bakaım eğitimi almadan böyle hastalarla baş başa kalmak çok zor. tam yemeğe gidecekkende hoca geldi visite. 45 dk visit yaptı. ben de kendi başıma gittim yemek yedim sonra. odama döndüm geri. kimseyle konusmak istemiyorum. kendimi mutsuz hissediyorum bugün. ha bi de nöbetçiyim tabi. o da var. o kadar da ugraşıyorum kendimi iyi telkin ederek mutlu hissetmeye çalışıyorum ama. olmadı,neyse en azından bahanemi buldum. entübe hastam var...

23.09.2011

ankara karardı yine

bu sabah karanlıkla uyandık ankarada. bildik o ruhsuz rengini almış yine. içim sıkıldı perdyi araladığımda. bir umut belki dedim bi kaç güne açılır. kendim de pek inanmıyorum ya. daha ekime bile girmedik halbuki. fakültede okurken eylülün ikinci veya üçüncü haftası başlardı okul. ve ben güneşe çıkınca üzerimdençıkardığım lacivert bi sweat hatırlıyorum. demekki güneş bizi terketmiyormuşöyle hemencecik. artık ekim girmeden gidiyor. bugün herkesin enerjisi düşük. hemşire hanım bildiğin hasta gibi duruyor.kapalı havalarda böyle olurmuş. eh yazık sana dedim ,koca kış böylegeçer mi? personel uykum var diyor, hastaların hepsi uyukluyor. ben de bi başıma burada orturuyorum. hoca da gelmedi bugün. zaten günasırı geliyor. geldiinde de genelde 17 gibi geliyor. ama bu gün haftasonu giriyor ve taburculuk bekleyen bir hasta var,bana sürekli ne zaman taburcu olucam ben diyip duruyor. ben ne diyim be amca. hoca sonuclarını görmeden.. cepten arayım bari dedim o da kapalı. odası hiç cevap vermedi zaten bütün gün. işte ünivrste hastanesi, asisitanlar arı gibi çalışsın, hocalar ehli keyif. e bunu bile bile yatma o zaman ya da gelme acile. git işte bissürü devlet,eğitim araştırma var hepsinde de bura ne varsa o var. burada tek fark kalabalık ve işler yavaş yürüyor. aman neyse. ben bugün nöbetçiyim. cuma nöbetlerini seviyorum aslında ertesi gün eve gidiyorum diye ama pazar da nöbetiyim:( neyse en azından sevdiğim bi arkadaş da cuma pazar. artık hep pozitif bakmaya çalışıyorum ya hayata:) annemler tatilde,altınolukta. biliyor musun babmın tayini ankaraya çıktı:) artık burda yaşıcaklar inşallah. bugün de kardeşim işe başlıyor. o da ankarada:) dualarım kabul oldu galiba:) çok şükür...ben de detoksa girdim. irritable barsak oldum bu aralar. ben de 3 gün sadece elma-armut ve grisini yiyerek iç organlarımı bi temizlicem. ama çayımı içerim kimse karsamaz. aç kalınca canım kahve istedi. ne zamandı içmiyodum. çok koyu olmayan bi nescafe yaptım kendime. işte böyle. ara yoğunda bi öğlden sonra daha.ben aslında sana başka bi şey anlatacaktım ama boş boş gevezelik ettim. hadi görüşürüz sonra.

15.09.2011

mutlu oluyorum, mutlu yıllar emraaaah

ben uzun zamandır hayatı bardağın dibinde kaldığı kadarıyla içiyorum.
uzun zamandır sigara izmariti kokusu genzimde yaşıyorum. ben uzun zamandır sadece bekliyorum,zaman üzerimden gelp geçsin diye. güneş doğup batsın diye...
artık -di'li geçmiş zaman kullanmak gerek.

dip,bir şeyin sonu demektir ya, benim ruh dünyamda kullanılan lugata göre öyle değilmiş. benim diplerimin sonu gelmiyormuş. düşerek öğrendim. içine girdikçe ,indikçe derine bitmedi gitti. sonra bi gün, hangi günün hangi anı hatırlamıyorum ama mutlu olmayı özlediğimi farkettim. çatık kaşlarımı gevşetmeyi, üst dudağıma minik kırışıklıklar çizittiren gerginliği bi kenara bırakmayı...gülümsemeyi. sağ yanağıdaki gamzeyi unutmuşum. oraya sıcaklık doldurdum. ne vakit daralsa içim derin bir nefes aldım ve kendimi mutlu edecek bi şeyler düşündüm. olmadı mı, geçen sene yaşadığım hüznü hatırlattım kendime. insanlar beni gülümserken hatırlasın istedim. her yere gülümseyerek gittim. nöbetlerde yorgun argın bi başıma yürüdüğüm hastane koridorlarında , otoparka girerken, yataktan çıkarken... gözlerimin ısındığını hissediyorum. bana insanlar sen daha bir mavi bakar oldun diyor. ne kadar güzelleştin diyor. ben güzelleşmedim halbuki,sadece güzel bakmaya çalışıyorum . üzülmemeye, kendime hayatı dert etmemeye çalışıyorum. her zaman başarılı olamıyorum. ama kısmen... mesela nöbetleri artık kafama takmamaya çalışıyorum. ara yoğun bakımda tek başıma çalışıyor olmayı da. burayı evimmiş gibi benimsemeye çalışıyorum. buradaysam eğer,bu hastane odasında mutlu olmaya çalışıyorum. nasıl gidiyor asistanlık diyenlere,hatta sizin de işiniz zor diyenlere -yoo o kadar da yoğun değiliz,işte 7-8 nöbet tutuyoruz diyorum:) komik değil mi, çünkü bi kaç ay önce ayda 8 nöbet tutuyorum diye ağlıyordum.şimdi gerçekten de daha az yorulduğuma, nisbeten rahat olduğuma inanmaya başladım. kendimi mi kandırıyorum? bilmem,işe yaradı ama...

ve bugün
emrahın doğum günü. ama ben nöbetçiyim. üstelik de sabah biraz tatsız ayrılmıştık. öğlene kadar çok mutsuz hissediyordum kendimi. öyle ki oturup salak salak ağladım bile. eyvah dedim yine başlıyoruz galiba. oynadığım mutluluk oyunu buraya kadarmış. saat 11'i geçmişti. öğlen arasında emrahın yanına gitmeye karar verdim bir anda. 12ye 20 kala aşağıya indim. cebimde 4 lira vardı. bankadan para ektim. yandaki çiçekçiye uğradım. üzeirnde pembe çiçekleri olan mini mini bir kaktüs aldım. bir kart yazdım üzerine ; ''tıpkı benim gibi...'' sonra koşar adımlarla durakta bekleyen taksiye atladım. ulusa... 12 olmustu ben de emrahın iş yerinin önündeydim. aradım, nerdesin, diye. binası değişmiti halbuki, yanlış yerde inmiştim taksiden . sen yukarı doğru yürü ben de geliyorum dedi. onu görüdüğmde aramızda onlarca insan vardı. ama benim gözlerim anında sevgilimin güzel yüzünü ve parlayan gözlerini seçti,odaklandı. sonra da aradaki tüm nesneleri ve kişileri sildi. mutlu olduğunu görmüştüm. ben de engel olamadığım ve mevcut tüm dişlerimi ifşa eden bir sırıtışla gittim yanına. sarıldık pek de münasip olamyan bir yerde birbirimize biraz çekingen ve alelacele ayrıldık. elllerimiz tuttu birbirini sımmmsıkı... yürüdük, suluhan diye eski bir taş hanın bahçesine gittik. ortasında minicik bir havuzu olan ve her yerini ağaçların,sarmaşıkların kapladığı şrin mi şirin bir yer. giderken el tezgahında yağda hamsi kızartıp ekmek arası soğan ve rokayla tanesini 3,5 liraya satan adamdan balık ekmek aldım. emrah tokmuş, ben yemesem mi diyinceye kadar bitirmiş bulundum:) oturduk,2 kahve söyledik,sonra ben yine kararsız kalıp çay mı içsydim dedim. bi de çay söyledik. adam hepsini birden getirdi:) ben önce çayımı sonra soğumasın diye emrahın üzerine tabağını kapattığı hahvemi içtim. ha bu arada,kaktüsü çok sevdi, çok sevindi. iyi ki geldin dedi. ben de gülümsedim,hep gülümsedim. sımsıcak bir güneşin yakmadan ısıttığı şirin bir eski ankara öğleni aklıma böylece kazındı işte. bugün benim sevgilimin,sevgili eşimin doğum günüydü... iyi ki doğdun sevgilim..................

19.08.2011

tatildeyim

selam svgili blogum nasılsın? ben yaz tatilindeyim ama ramazana denk gelmesi sebebiyle bi yerlere gidemedim. emrah da izin aldı evde birlikte gün geçiriyoruz. o ders çalışıyor ben de tüm gün yatıp film filan izliyorum. annemler de burada . akşamları kuzenlerim de çoğu zaman bize eşlik ediyor bi yerlere gidiyoruz hep beraber. arkadaşlarımızla buluşuyoruz.öyle geçip gidiyor günlerim. bugün sevgili arkadasım ve eşiyle konustum haftaya bi akşam bize gelecekler. daha arkadaşlarım evime gelmedi.emrah geldi oyun oynıcaz sonra görüşürüz:)

16.07.2011

kızılay ve sakızlı türk kahvesi

Uzun zaman sonra bu gece kızılayda koliba kafede artik kendisi eşim olur ancak benim icin sevgilim demek daha kolay oturup nargile içiyoruz. Bir ankara gecesi iste . Herzamankinden .hayatin hafif olduğu bir yaz gecesi .

geceye evden devam ediyorum. bugün cumartesi. pazara sadece 5 dakika kalmış. bu akşam kızılayda dolaştık. seneler sonra. kızılaya sadece işimiz olduğunda gidiyorduk ne zamandır. eclerimiz uzaklaşınca ve eylence anlayışımız değişince. daha doğrusu son bir sene pek eylenecek halimiz yoktu. bu akşam değişiklik yapalım dedik. ümitköyün nezih sakinliği ve bahçelinin tıklımtıkışlığından sonra kızılayda o unuttuğum ankara havasını koklamak güzel oldu. senelr geçmiş ama değişen pek bi şey yok. kızılay yazlık yerlerde hediyelik standların ve sokak çalgıcılarının kaldırımlara üşüştüğü o bildik manzaraya bürünüyor akşamları. her kafeden başka bir müzik insanı bir ruh halinden diğerine sürüklüyor. tek eksiği deniz kokusu. ahh keşke yaşadığım şehirde deniz olsaydı ... eve döndükten sonra sevgilim ders çalışmak için çalışma odasına geçti. sakızlı türk kahvesi yaptım ikimize. kahve yapmayı pek beceremem ve bu durum kahve yapma görevini hep başkasının üstüne almasına sebep olduğu için de öğrenmeye çalışmam:) kahvemi içerken esen tatlı rüzgara, yarın annem ve babamla pikniğe gidecek olmamıza, 5 bucuk senedir beraber olduğum adamla evlenmiş olmamıza, hayatın bana verdiği tüm güzel şeylere mutlu oldum. bu mutlu akşamı unutmamak için sana yazayım dedim sevgili blogum. unutmamak lazım. kötü günlerde azığımızda olması gereken şey güzel günlerin anıları oluyor. insan onlara sımsıkı tutunarak yaşıyor. o günleri hayal ederek uykuya dalıyor ve yaşanmış olduğu için şükrediyor... şükürler olsun...

7.07.2011

aşk

aşk.. insanın önce içine girie gizlice. yavaş yavaş içine işler. dolar her lahzan senden habersiz. genetik zincirine yeni proteinler kodlanır. tıpkı bir organın gibi onsuz olmadan yaşayamaz hale gelirsin, önce bilmeden...
sonra neye aşık olduğunu bilmeden...yaşar durursun bir süre. mutluluk duyduğundur, huzur bildiğin. sadece... için kıpırdanır için susar. her ikisi de derin bir sonsuzluk hissiyle dolar. kendi içine çekilirsin. sessizliğinde bulursun nice kelam. edilmeden duyulan... uzunca bir sohbettir aşk. ama kendinle ama başkalarıyla. farkı başkalarıyla yapılanın lezzeti çabuk tükenir. ondandır aşığın sesiz kendine dönük halleri. sen sahip olduğunla mutlu mesud yaşar giderken dünya üzerinde ve belki de bilmezken aşık olduğunu. aramaya koyulursun öğrenilmiş bir aşık kendine. hani el ele tutusup da göklere yükseldiğin misalinden. alacalı bir film afişi veya yeni yetme bir pop ezgisinden. bilmezsin ki henüz içinde derinlerinde seninle yavaaş yavaş büyüyen bir aşk vardır ki gün geçtikçe daha harlı yanar ve yakar kavurur seni. sen büyürsün, içindeki büyür. sahip olduğuna şükreder, bişey olması die dualardasındır şimdi. artık dem farkedilir kılar elindekini. kıymet bilme demidir şimdi.bir gün bi şey olur ve elinden alınır o yüce sevginin sahibi. kim bilir belki eş, arkadaş, anne yahut babadır kendisi. elin kolun havada yüreciğinde bilmediğin ve dindiremediğin bir acı. yangn ki dalga dalga ele geçirip ruhunu her zerreni yakar tutuşturur ayrı ayrı. zaman geçer, yandıkça kelimelerin kısılır cümlelerin kısalır. sessizliğinde büyütürsün onsuzluğu .kavuşmalar için dua edersin.mutlu olsun die, üzülmesin die...anlarsın sonra ona olmasın allahım bana ver acıları die yakaran kitaplara sıkışmış aşık kahramanları. acırken ve kanarken o sevgide bi şeyler görünür olur kişinin halince gözüne. kimine hakikat kapıları aralanır kimine açılır ardı sıra. belki hiç biri olmaz ama deruni bir insana dönüştürür seni ve bir nebze meczub. bir cümleyle ışık hızna yükselir de uzayın sonsuz karanlığında kaybolurken parlamaların en şiddetlisini yaşar ruhun. bu sevgi bizi bir eyleyecek...şükürler olsun böyle sevmeye.

6.02.2011

11 ayın sonunda :)

hey!! dostlarım...
ey sevgili kalbim...
içimdeki çocuk!!!
herkese hepinize sesleniyorum. yine aynı hastane odasından ,bir pazar nöbetinden...

günlerden cumaydı. sabah hastanede uyanmanın vücuduma bıraktığı katılık hissiylke beraber uynamıştım saat 7de daha saatim çalmadan. gece ex olan hasta yakınları ölüm kağıdını imzalamam için çalıyorlardı kapımı. kalktım. önlüğümü giydim. kapıyı açtım. kağıtları doldurup teslim ettim. sonra odama geri döndüm. mesainin benimle ilgili kısmı henüz başlamamış olsad a personel ve hemşire devri sabah 7de başlıyor. koridordan evden yeni gelmiş insanların taze sesleriyle nöbet çıkışı bezgin seslerin sohbetleri bir uğultu halinde odama doluyordu. pencereyi açtım. battaniyemi alıp sarındım. oturdum sandalyeye. soğuk hava yüzüme çarparken................

öğlen paydosu oldu. visitten sonra hoca psikiyatrist ev nörologların ortak bir çalışmasını sunulacağı nörobilim toplantısına çağırmıstı hepimizi. yarım saat sonra başlayacaktı toplantı. hemen yemeğe çıktım. canan beni bekliyordu. yemek yerken senin neyin var neden bu kadar yorgunsun dedi. yoo öyle mi? değilim aslında dedim. bu sabahtan beri kurduğum kaçıncı kısa cümleydi? konusurken o ve ben yemeğimle oynasırken bugün cuma mı dedi. Ah evet bugün cuma! ah pamuum neden söylemiyosun bugün cuma diye. demek sen ondan böyle streslisin durgunsun... bilmem öyle miyim?.............

elimde tuttuğum karton bardağın içindeki çayın sıcaklığı araya muhafaza olsun diye koyduğum peçetelerden bile tenimi yakıyordu. ellerim soğuk ve terliydi. toplantının olduğu salonun önnde durduk. daha herkes gelmemişti. pencerenin kenarına bıraktım bardağı. telefonum çalmaya başladı. melodisini yeni değiştirdiğim için önce üstüme alınmadım. sonra da tam olarak bu cümlenin aynını yanımdaki arkadaşıma kurarak çıkardım beyaz kılıfından. 12:39a ilişti gözüm önce. ekranda kardeşimin adını okuyunca içimde oluşan bir heyecan dalgasını eş zamanlı zihnim ''daha erken ,yeni ara vermişlerdir'' diyerek bastırdı. .......- alo
-abla
heyecan, sevinç ve şaşkınlıktan oluşan karısık bir sesle açtı kardeşim.
bense ürkek,
-yusuf?
- abla, tahliye geldi!!!!................

içimden koşmak geliyordu. ama ben sadece genişletilmiş adımlarla servise döndüm.kimse yok. açtım neti uçak saatlrine baktım. kapadım arabayla gdieyim en iyisi dedim. vazgeçtim otobüse mi binsem dedim. 15 defa emrahı aradım. hadi izin al da gidelim dedim. servis kıdemlisini aradım ben gideyim mi dedim. babam çıkmış, gideyim mi?

kaça götürüyosunuz? normalde 60 a ama hastane personeline 50ye. sizi 45e götüreyim. saate baktım 13:10. saat 15te uçak, ancak yetişirim . olur, gidelim. taksiciyle tek konusmam bu oldu. yarım saat süren yol boyunca bir elim diğerini sıkıca kavramış, kucağımda başım gökyüzünde , ne hissettiğimi anlayamadan , mutluluğuma ağlayamadan, sevincime gülemeden ,öylece oturdum. içim içime sığmıyor ama yerimden de kıpırdayamıyordum. telefonum çalıyor, karşımda gülen ağlayan insanlara ben sadece teşekkür ediyordum. taksiden indim...

4. fincan çayımı aldığımda uçak saatime 10 dk kalmıştı. onu da içtim büyük bir susuzlukla iki yudumda. üzerine bir bardak daha su içerek çıktı bulunduğum kafeden. saat 14:50. koltuğa oturdum. istanbul aktarmalı gidiyordum. babamın çıkması gece 10u bulurmuş. başımı camdan yana yasladım. uçak havalandı. gözlerim kapandı. hayalle gerçek arasında dolaştım,kapkara ankaradan yeteri kadar uzaklaşınca uçağımız, güneşli bir gökyüzünün bemeyaz bulutları yeni toprak örtüsü gibi sediği o mavi sonsuzlıkta.

saat 17. istanbuldan adanaya uçacak olan uçağın içinde yanımda birbirini çok seven bir baba -oğul var. çocuk muhtemelen 5 yşlarında. sürekli sorular soruyor. baba enfazla 35. ve oğlunu çok seviyor. bu defa uyuyamıyorum. sabredemiyorum. yolculuk bitmiyor......

18:30, adana.... sen benim canımı çok acıttın be ey şehr-i yurt. bir sene sonra, yeniden sana özlemle bakabiliyorum ya, çok şükür... uçaktan iniyorum. pınar karşılıyor, Baba çıktı!!!
yetişemedim mi? ahh çıkışında orda olmak istiyordum ama ben. sevinçli bir çığlık, bir sarılma yok. hala aynı donuk ben. kendime şaşıyorum.. heyecanlı mısın? yook, değilim. ev çok kalabalık mı? bütün kırmzı ışıklara da takıldık...tüm kırmızı ışıklar bana 2 misli uzun geliyor. sağ bacağım hiçdurmadan sallanıyor. telefonum çalıyor. annem. bi tedirginlik sarıyor beni. ya babam açarsa. sesini duycam ama korkuyorum. neden korktuğumu bilmiyorum. alo? kızım, geldiniz mi? annemin sesi. içim rahatlıyor. keşke evde kimse olmasa diyorum kendi kendime bi yandan annemle konusurken. babam? baban burda, hadi gel seni bekliyoruz. allahtan vermiyor diyorum. sonra da kendime inanamıyorum... 10 kat çıkıyoruz asansörle. kapı açık. kalabalık dışarı taşmış. birileri ana sarılıyor. hiç biri babam değil. bırakın beni önce babamla sarılayım diyorum gözün aydın hoş geldin cümlelerini ardımda bırakarak mutfağa giriyorum.......

babam..........
kuzum...................

gece 3 bucuk. annem çoktan uykuya dalmış, kimi zaman konuşmalarımıza uyanıyor.
uyanıp daha sıkı sarılıyor babamın koluna kimi zaman yorgun ,geçen 11 ayın ruhunda bıraktığı hüzünlü tele dokunarak iç geçiriyor. babam, canım benim ne kadar yorulmuş, gülüm benim.. diyerek annemin saçlarını öpüyor. ben ''baba,...'' diye başlayan kimbilir kaç yüzüncü cümlemi kurmakla meşgulüm. gözlerim kapalı. babamı dinliyorum. o en sevidğim sesi. göğüsne yasladığım başımın altında kalan kulağımatitreşen o eşsiz musıkiye bırakmışım kendimi. bir an ses kesiliyor. biraz sonra
-kuzum, artık uyuyalım mı?
-olur
-............................
-baba, ...................

4.02.2011

unutulmaz bir gece

zevk tuzluğunun ortalığa iri deliklerinden saçılmış olduğunu düşündüren bir başlık. halbuki gerçek çok farklı. uzuuun zamandır bloga yeni giri yapmıyorum. daha doğrusu paylaşılan yeni girişler. halbuki vefakar blogumu her gün taslaklara bir yenisini ekleyip kaydedttiğim ve ardından pazartesileri print ettirerek babama gönderdiğim mektuplar için açıyorum. bu hafta, hiç mektup yazmadım. çünkü yarın ki duruşmaın son olmasını umut ediyorum. ve bu umut bi soraki pazartesi gönerilecek her zamankinden daha yaşlı beyaz bir zarf düşüncesiyle acıyla ikiye bölünmekte. o yüzden.. yazmadım. ama bu gece, bi yandan babamla sohbet etmek bir yandan bu korkuyla yüzleşmemek adına gidip geldiğim ikilemlerden sonra , muhtemelen artık kimsenin takip etmediği bloguma yazayım dedim. ve yayınlayım ki bu geeyi unutmayım. ben bu gece nöbetçiyim. yoğun bakımda iki hasta ex oldu. ilkinin yakınları ölüm haberini çok soğuk kanlı karşılarken ikincisi telefonda ağladı. her ikisine de kurduğum cümleelr aynı serin tonda ve monotonluktaydı.( kendimi zavallı hissettim) ve sonra yine yoğun bakımda takipli iki ALS hastası (tüm kasların istemli hareketlerin engellendiği ama son noktaya kadar bilincin ve duyuun asla kaybolmadığı ,gençleri tutan bir hastalık-en korktuğum hastalık) var. gözlerinden başka kıpırdayan bir uzuvları olmayan bu hastaları her gördüğümde hissettiğim vicdan azabı ve oradan kaçmakla neticelenen bir otomatik kapı açılma sesi.(yoğun bakımın saçma manyetik kartla açılan kapısı). koşup koşup gündüz yorulduğum, bir sürü iş yaptığım ona rapmen servis kıdemlisinden bi ton memnuniyetsizlik ifadeleri yediğim bu aptal odada, akşam kapıları kapayıp kendimi evimde gibi hissettiğim bu odada. şimdi oturmuş yarın hayatımızı, kaderimizi belirleyecek olan günün gelmesini bi başıma bekliyorum. annem kardeşim akrabalarım.. herkez adanada. evimizde. ve yarın mahkeme salonunun önünde bekleşen bir kalabalık güruh ki dudaklarında dua ellerinde sigara olması muhtemel. bense yarın da bu aptal servisin aptal işlerini yapmaya devam ederken bir elim sürekli telefonumun üzerinde çaldı çalacak.. çalmasın.. güzel bir haber gelsin.......ya gelmezse......................git gelleriyle yaşayacağım.
aklıma ne geldi biliyor musun lisede yazdığım ve sanırım bu gün için yazdığım bir şiir
çoktandır yorgunum çoktandır yalnız.
çoktan sustu bu deli yüreğim, coşkun ırmaklar gibi akan benim yüreğim...
dediler ki hani güçlüydün? hani gelirdin üstesinden herşeyin?
..... devamını hatırlamıyorum.
bu geceyi unutma ey kul, yarın bu saatlerde kimbilir hangi çılgın mutluluk ya da elem dolu büyük acının içinde olacaksın. bunu zaman biliyor . bi sen bilmiyorsun..........