29.10.2009

kuruyor içim

sanki çok güzel bir film izliyordum,dalmıştım, birden elektrikler kesildi ve ben gerçek dünyaya döndüm.

vakt-i dostluk

bu gün dostarla toplandık.
herkes hala aynı,herkes çok değişmiş gibi
biz hala çok yakın,herkes bi yerlere gitmiş gibi
gözlerimizin etrafında çzigiler belirirken haberimiz olmamış
acılarımza bir başımıza ağlamışız
gülümsemelerimiz yalnız kalmış
bir araya gelmişiz onca zaman sonra
herşey aynı kalmış
hayat yerinde durmamış
neler almış yerine ne bırakmış

20.10.2009

tuzlu kahve

allahım bugün bitsin.. halbuki daha yeni başlıyordu. annem mutfağa kamp kurmuş, elinde bir tencere zahmeli yemek çeşidiyle zilimizi çalan arkadaşlarıyla hazırlık yapıyorlardı. kezban teyzekimbilir kaçıncı defa parkeleri parlatıyor, salondaki eşyaların tozları bitmiş,cilasını kazıyordu. babam yoktu. ben bi hastaneye gideyim deyip çıktı evden. misafirler gelmeden gelirim. evden çıkana kadar mutfağa girip eaeaaee amma önemliymiş gelenler, biz bu kadar yemeği bir arada görmedik diye annemi kızdırıyordu. ve zaten buna müsait olan anneciğim sanki yaptıklarımı yiyorsun da diye söyleniyordu. aslında babamın gitmesi iyi olmuştu. nedense onu görmek istemiyordum. içimi kaplayan utançla karışık hüzün babamın yanında iyice artıyordu. benim yapacak bir işim yoktu. odama geçtim. sevgili odam, kardeşimle aynı odayı paylaştığımız çocukluk günlerimden,ergenliğe oradan erişkinliğe geçen adımlarımın sahidi,tüm sevinçlerimin ortağı, gözyaşlarımın sırdaşı sevdili odam. perdeyi araladım. pencereden bir kez daha baktım seyhan nehrine. nehrin iki yakasında su boyu dizilen ağaçların gökyüzüyle birleştiği ufuk çizgisine asılı kaldı gözlerim. doldu, sızlayan burnuma kızarak kapattım perdeyi. yapacak çok iş var. dolabı açtım. askıda duran elbiselere baktım akşama hangisini giysem ki. aslında canım hiç birini giymek istemiyor, kuaföre gitmek de istemiyor. süslenmek güzel görünmek de istemiyor!!!! işte yine o utançla karışık hüzün tıkadı boğazımı. dolabı kapattım. odadan çıktım. anneme bu düşüncelerimi iletince ben de evden iletilmek durumunda kaldım. bıktım senin kararsızlığından, ne demek şimdi bunlar,insanlar bana mı geldi ,sana geldi......... evet bana geldi. beni görmeye geldi. beni istemeye geldi.......istemek ne ya!!ne demek istemek? kimden istiyorlar, neyi alıp vericekler?? beni mi!!!!!!bunları düşünerek çevirdim kontak anahtarını. kocaman bir homurtuyla çalıştı araba. gaz pedalına dokundum, küçük evlerin yüksek katlara boyun eymediği son adana mahallelerinden birinin dar sokağında ilerlemeye başladım. her evin bahçesinden sokağa taşan çiçekler geldi gözümün önüne. ben o zamanlar ilkokuldaydım. liseyi bitirene kadar hergün gidip geldim bu yoldan. ve her sene biraz daha terkediğine,yıkıldığına,mahalle bakkallarının kapandığına şahit oldum. şimdi ne eski güzelliği var ne eski hareketi. ama yine de tanıdık. oysa bugün kendimi çok sevdiği bir insanı son kez gördüğünü, bilen birinin yabancılığı var üstümde. biran önce kuaföre varmak için hızandı araba.

kuaför kalabalık değildi. merhaba fatih abi,nasılsın? fön olacak sadece. kapının hemen kenarındaki koltuğa iliştim. huzursuzca sıramı beklemeye başladım. söylesem mi acaba? aman ya ne söylicem. neyi söylicem asıl. bugün beni istemeye geliyorlar mı dicem. istemeye, buralardan,babamın kucağından,evimden,bana ait olan herşeyden istemeye....kısacık kestirsem mi? ne zamandır uzatmaya çalıştığım saçlarıma sıcak fırça deyip geçerken aklımdan geçti. saçmalama , sonra pişman olacaksın, sakin ol bi diye kendi kendimi sakinleştirdim. ne zaman mutsuz olsam,sinirli olsam,yeni bir başlangıç yapacak olsam makasa vurduğum saçlarım ömrümde ilk kez elimden kurtulmuş nice zamandır ilk kez omuzlarıma dokunabilmişti.

daha erken. gelmelerine çok var. dolaşırım biraz deyip arabayı kauförün orda bıraktım. şalgamcı,halka tatlıcısı,kebapçı ve mağaza vitrinlerinin sıralandığı caddeden yürümeye başladım. alo.. napiyim aşkım, öyle yürüyorum. hmm kuaförden çıktım. olur görüşelim. bizim evin yanında bir otelde kalıyorlardı. buluştuk hemen,her zman gittiğim kaktüs kafeye gittik. birer çay içtik.adana nasıl sıcak... çiçek yaptırıcam daha, hadi kalkalım dedi. kalktık. ne vardı biz hep böyle kalsaydık, böyle el ele,böyle genç,böyle gezip tozsaydık. ne soyadlarımızdan vazgeçseydik ne aidiyetliklerimizden.

eve gittiğimde babam gelmiş, yeni aldığı kahve makinasını kurmuş deniyordu. benim kahvem her ne hikmetse hiç güzel olmaz da.ve teknoloji düşkünü çılgın babam,bu merakını her türlü ortamda yansıtabildiğini bir kez daha kanıtlamış oluyordu. gittim sarıldım . seni hiç zor durumda bırakır mıyım dedi. bırakmaz, bırakmadı diyemicem çünkü bazen hayatımı kolaylaştırmak için zorlaştırdığı olmuyor değil:) annem kendini bir taburun karnını doyurmak üzere programladığından hala yemek ,sos,salata yapıyordu. sofraya bembeyaz bir örtü serilmiş, en sevdği yemek takmları çıakrılmış. elime salatalıkların bile özenle dizildiği bir tursu tabağı tutuştururken sakın suyunu dökme dedi. ben de git yavrum o bembeyaz örtüye dök demiş gibi.. döktüm. masanın ortasında kocaman bir leke, kaptığım gibi deterjanlı bezi tamam ya ben şimdi hallederim diye şirinlik yapmaya çalışıyorum bi yandan örtüyü siliyorum. allahtan sofraya konulacak o kadar çok tabak vardı ki, değil leke masa örtüsünü bile göremedik. sofra kuruldu her şey hazır,zil çaldı. ben koşarak odama kaçtım. odam evin bir ucuysa giriş kapısı öteki ucu. biraz pudra biraz ruj sürüp beklemeye başladım. hani birisi beni çağırır falan diye..yok. kapının deliğinden baktım ,napsam gitsem mi beklesem mi? sonunda çıktım odadan, salonun kapısında annemle babamı gördüm geleyim mi dedim bu çabam da sonuçsuz kaldı. ben de salona daldım. hoşgeldiniz diyip annesini öptüm, babasının elini sıktım,emrahın yanından kaçarcasına uzaklaştım. yokmuş gibi davrandım. allahım babamın yanında emrahın yüzüne bile bakamıyorum. nasıl utanç verici. annem yemekleri götürmeye başladı. ben de kendimi işe verdim. herkese servis yaptık oturduk yemek yicez. kahvaltıdan beri yemek yemediğim için inanılmaz acıkmışım. başladım yemeğe. hani istemeye gelinen ben miyim, süzük kibar genç kız pozları falan hiç. ben hapur hupur başladım . beni durduran annemin bakışları ya da olası mahcup genç kız modu değil,içimdeki korseydi. biraz daha yersem acıyooo diye ağlamaya başlıcaktım,durdum.emrahın bir ara bana baktığını farkettim. bakmasana, babam görecek şimdi. sanki gelme maksatları belli değilmiş gibi tuhaf bir inkar etme hali bendeki. sanki ben onu görmeyince gözden kaçıp arada kaynıcaz. yemek faslı bitti, balkona geçtiler. kahve dendi, mutfakta kös kös oturmakta olan ben makinayı bile çalıştıramayıp babamı çağırdım.biz maaile kahve pişirmeye çalışırken emrah içerde babasını ,beni istemeye ikna etmeye çalışıyormuş. babam istenmicek sadece tanışmaya gelsinler diye haber göndermişti. isteneceği onlar gelmeden yarım saat önce belli olunca adamcağız çalışamamış:) ee hani bi dahaki sefere isteyecektik diye stres yapmış. kahveleri pişirdim. fincanlara dağıttım. tuz kavanozuna uzandım. annem bi yandan babam diğer tüm yapma etmelerine aldırış etmeden bir ölçek tuzuuuu boca ediverdim fincana. bir ölçek dediğim üç yemek kaşığı ediyormuş nerden bileyim.. bi de iyice çözülsün diye karıştırdım. bir kaşık da ben tadına baktım ki o bir kaşığın tadı ağzımdan gitsin diye neler yemedim... pişmandım ama elden ne gelir. kahve emrahın önüne gitmiş benim daha önceden ''tuzlu kahveyi yüzünü buruşturmadan içmelisin, senin elinden ne olsa içerim demekmiş,içmezsen bu oğlan bizim kıza katlanamaz anlamına gelirmiş'' diye korkuttuğumdan hepsini içmiş. annem babam kardeşim hepsinin gözü emrahta, annem bir üzülmüş ki, mutfağa gelip beni haşladı. zavallı çocuk bir yudum kahveden bir yudum sudan içti,gık demedi.kardeşimi çağırdım,çikolatayı açıp götür bunu ikram et dedim. ağzının tadı değişse bari. bu arada emrah kendi kendine, şimdi ben burda bayılsam nolur, hastane de yanımızda,acilde kız isteme diye gazetelere düşeriz dermiş. dermiş çünkü o kadar kahve ve tuz tansiyonunu yükseltmiş e tabii haliyle.gözlerim karardı,kusacaktım neredeyse diyor. ben de doktorum o da benim sevgilim!! ne denir... babam usta manevralarla konuyu değiştirip biz sizi çok sevdik,gene bekleriz diyerek savuşturdu ilk hamleyi. yani beni istediler,babam vermedi. kolay mı öyle benim kızımı almak diyor, haklı. herkesin aklında tuzlu kahvenin tadı kaldı.

19.10.2009

içimde bir hüzün var

mevsim son bahar..kurudu evimin yanındaki viraneyi süsleyen yapraklar. çıplaklığından ar etmiş olsa ki sus pus olmuş ağaç, dinliyor beni..
ben, mütemadiyen anlatıyorum içimde büyüyen hüznü. sevdiklerimden ayrı kalmanın kalbime oyduğu o hazin çukurun içini ,saklı tuttuğum gözyaşlarıyla dolduruyorum.
özlüyorum..çocukluğuma bu kadar vefalı oluşumun nedeni bu olsa gerek. ışığı yanan küçük ama mutlu bir ev ve içinde biz,tüm dünyadaki kötülüklerden uzakta. annem,babam ve yeni yürümeye çabalayan kardeşimle gördüğüm resimde mutluyuz çünkü birlikteyiz. gürül gürül yanan sobamız kadar sıcak yüreklerimiz. annemin yaptığı kekler kadar lezzetli damaklarımız.oysa burda, grinin hükmettiği bu soğuk kentte, yalnızlıkla ayrılmaz ikiliyiz.ne ağzımızın tadı ne gözümüzün aydınlığı var.
sılada gurbeti,gurbette sılayı seçemeyan bir babanın kızıyım ne de olsa. oysa, ruh iklimimiz der ki sılayı bu dünyada boşa arama.
kim dinler ki...
ben yine duamı edeyim. ayırma beni Rabbim,annemden babamdan,tüm sevdiklerimden. ne bu dünyada ne diğerinde. beni onlarsız bırakma, bizi sensiz bırakma.
hazana hüzün yaraşır ya, bu mevsim melankoliğim.

16.10.2009

bir ben var içimde herkes dışarı

benim dünyam,
odun sobasının çıtırtılarıyla ısınan bir oda
sarı ampülden sızan sevimli bir aydınlık
eski çaydanlıktan damlayan demli çay kokusu
anneanne eli deymiş beyazı yitmiş bir dantel örtü
ahşap sandığı gizleyen
sıvalı duvara iliştirilmiş aile fotoğrafı, siyah beyaz
akşam geleceğini bildiğim baba bekleyişi
hep orada olduğunu bildiğim anne güveni
çocukluğum
benim dünyam
içimde sakladığım çocuğum
kocaman gözleriyle dünyaya saflıkla bakan
iki kolunu açtığında dünyalar kadar seven
benim dünyam
hiç kaybolmasın
yaşlansam da
yok da olsam

uzaktaki sevgili

sessizliği eski bilgisayarın uğultusu bozuyordu. ben elimde bi, kupa çayla toplantı odasındaydım. sabah çayımı diyet bisküvimle paylaşıyordum. ışıkları yakmamıştım. hava yağmur bulutlarıyla kaplanmış, gökyüzü karanlık. ruhum matem dutlarının karasına bulanmış. varsın ışıklar sönük olsun,ne çıkar. ben kendime görünmekkten korkarım. hayyama özenip dizeler dökülsün isterim dilimden. parmaklarım bennden gayrı yazsın dilerim şiirler. ama yok maleseef yok tıkalı tüm yollar. kalbime giden mahzende ben yolumu kaybettim.
canım nasıl istiyor yanında olmayı bir bilsen.
nasıl istiyor kokun burnumu öperken seni seyretmeyi.
soğuk ve kapalıyken bugün hava ,ben elimde bir fincan çayla,
ucuz sigaraların dumanını üflerken gri bulutlara.
nasıl istiyor seninle sohbetin en demlisini yudumlamayı.
sabahın saflığı yüzünü yıkamışken, gözlerin birazcık uyku mahmuru.
ve biz hep olduğumuz gibi yine soğuk bir sabaha ,
beraber başlamışız,aldığımız nefes keyif.
nasıl istiyorum biliyor musun zamanı geri sarsam.
başımızda kavakların oynaştığı o günlere dönsem.
yanımda senin pembe beyaz yumuk ellerin varken,
meydan okudrdum hayata , o kadar güçlü.
küçük ceplerimizde büyük mutluluklar taşırken,
umutlarımız varken daha,henüz yitirmemişken.
yağmur kokulu gözlerinle biz senle ikimiz.
herşeye rağmen hep mutlu ve gençken.
şimdi bedenlerimiz olmasada yüreklerimiz yaşlanmış.
muhabbetin koyusunu bıraktım, sözler tümden gamlanmış
telefonda duyduğum yorgun ses sana mı ait
bu donmuş gözleri benimse...

14.10.2009

çabalamak

hayat rutin gittikçe boş gelmeye başlıyor. kendimi görmek istediğim yerde miyim sorusuna suskun kalıyorum.bu suskunkuk zamanla pısırıklığa dönüşüyor. mevcut olandan memnun olmadığım halde değişim için harekete geçmemek için onlarca bahane üretmeye başlıyorum. aslında değişimden korkuyorum. elimdekini de kabedersem korkusu ,şu anki durumuma gelebilmek için harcadığım zamana kayıp gözüyle bakmak ayağıma takılıyor.
oysa hayat sürekli bir değişim ve bize yansıyan geri dönüşüm dinamiğiyle çalışıyor. geçmişten pişmanlık duymak, geleceğe dair kaygılar taşımak yapabileceklerimizin önünde duran en büyük engeller.
ben, kendimle bir yolculuğa çıkmaya karar verdim. çoğu zaman dalgın ve farkında olmadığım zamanları sorgulamaya başladım. mesela her sabah işe gelirken geçirdiğim 20 dakikalık süreye dair düşündüğümde aklıma hiç bir şey yok. yalnızca akan trafiğe uyan bir arabayım sanki. kişiselliğini yitirip tamamen edilgen bir birey olduğum anlardan ilk keşfettiğim. gün içinde böyle yaşadığım o kadar çok zaman dilimi var ki. hayat ne kadar boş dememin sebeplerinden birisi bu sanırım. yaşadığım her anı yakalayabilmek adına farkındalığımı arttırmam gerekiyor. trafikte harcadığım zamanı radyo kanallarını sürekli değiştirerek geçirmek yerine caz müziğini öğrenerek geçirebilirim mesela. tabii bunun için kendime caz cdleri hazırlayıp küçük bir tasnif yapmam gerek. ve tam bu nokta benim vazgeçiş noktamdır. emek harcamak girdiği vakit işin içine hemen u dönüşü yapıyorum. oysa emek vermeden yaşadığım hayat gerçekten bana geri dönüşü olmadan tükenen bir zaman dilimiğnden ibaret kalıyor.
çabalıyorum. daha mutlu bir insan olmak için. üstelik bunun için gerekli olan tüm maddi ve manevi şartlara sahibim. ama kendime olan inancımı ve hatta kendimi unuttuğum için yeniden yola çıkmam gerekiyor. bu defa yalnız değil kendimle birlikte.

8.10.2009

benim kararım

mutsuzluk,karamsarlık ve bezginlik ruh halimin ilk üç sırasını işgal ediyoruzun zamandır.yalnızca benim mi, iş yerinde,arkadaş çevremde de durum böyle. akşamları eve ayaklarımı sürüyerek gidiyor, sabahları işe suratım asık geliyorum. gülümsemem yalnızca nezaketten. sosyal gülümseme dedikleri, bebeklerin annelerini tanımaya başladıklarında ilk gülümsemesine verilen addır. bence sosyal gülümseme bizim yaptığımız. bebeğinkiyse çoktan kaybettiğimiz o en içten,tertemiz gerçek gülümseme.



dün akşam evde,kendimi salondaki kanepeye yapıştırmış, sığındığım battaniyeyle kendimi güvende hissetmeye çalışıyordum. aklımda bir sürü soru, ana başlık işimden memnun değilim. alt başlıklar,istifa etmek, yeniden sınava hazırlanmak, aylarca evde boş oturmak zorunda kalmak. kalbimde bir el beni sıktıkça sıkıyor. sonunda kendimi ağlatmayı başardım.



telefonda sevgilime dert yanıyor, kardeşime kendini yerime bi koysana,nolur bi koy ne yapardın bana bi şey söyle diye ısrar ediyordum. birden bişey oldu. içimdeki tüm sıkıntı, aklımdaki tüm soruların yayını kesildi. sessizlik. yorgun bir cızırtı kaldı geriye. ben içimin donmuş ekranına bakarken,karınca dansından ibaret sandığım görüntünün içinde başka resimler belirmeye başladı.



bitliste yalnızlıktan ağladığım bir gece, ders çalışmaktan kızarmış gözlerimi medet umduğum nescafe fincanına diktiğim bir an, yüzlerce insanın merdivenlerde dahi oturduğu bir salonun en tepesinden ,tus kampından, en arkadan aşağıya ,insanlara, 11 saattir hala ders anlatan hocaya hayretle baktığım, biz burda napıyoruz lan dediğim o gün, artık iyi kötü bir işim hayatımın bir düzeni olsun da ne olursa olsun diyecek raddeye geldiğim,avuçlarımın arasında duran, mecburi ,sınav ve hasretlik arasına sıkışmış acıyan kalbime ağlayışım,ailemin endişelerini giderdiğim için, bir yerlere yerleştiğim için onların yüzlerinde gördüğüm mutluluk, ve taa Ahlattan yeniden Ankaraya dönüşümün bütün hikayesi.



Ben bu resimlere bakarken, biri yaa ne çabuk unuttun o günleri dedi. unutmuş muydum gerçekten? evet unutmuştum. Neden buradayım ben bunu mu hakediyırum diye kahırlanırken ,buraya ne koşullardan geldiğimi unutmuştum. neden geldiğini de unuttun dedi aynı ses. neden mi? evet ya, neden. sanki birilerinin zoruyla gelmiş gibi davranıyorsun. sen kendi kararınla geldin buraya. seni kimse zorlamadı, sen istedin. artık hayatın gerisinde kalmak istemiyorum dedin. ankaraya dönmek istiyorum dedin. beğenmezsem çalışırken de sınava hazırlanabilirim dedin. evet dedim. ya karar verirken adam gibi düşünmedin ya da o kararı neden verdiğini unuttun dedi ses. hangisi bilmiyorum doğru olan. ama netice de kararlarıma sahip çıkamamak beni kendime karşı güçsüz duruma düşürüyor. mutsuz ediyor. o zaman yeni kararlar ver. ama burada oturarak değil neyi yapıp yapamayacağını bilerek. bunu bilebilmek içinse mücadle etmen lazım.



ve ben bugün aklımda onlarca soruyla adanaya gidiyorum. ailemle konuşmaya. onların fikrini almaya. döndüğümde naparım bilmiyorum. artık o kadar mutsuz değilim ama umutsuz olmamak için çalışmam gerektiğini biliyorum. zaman denilen izafi mahlukla savaşmaktan cayıp zaten akışında olana kendimi bırakıyorum. bakalım o akarken ben neler yapabilicem?

7.10.2009

bu mudur

hayaller var ya hani uğrunda bedeller ödememiz gereken. uğrunda pek çok şeyi göze almamız gereken.benim yok hayalim falan. olanlar yetişebileceğim bir mesafede değil.

2.10.2009

kız isteme

sonunda benim de başıma gelicek. önce ben asla evlenmicektim,ölene kadar babamla yaşıcaktım. sonra babam beni kimselere vermezdi,ben onun biricik kızıydım. ama önümüzdeki hafta sonu bütün bu cümleler bana kıkır kıkır gülecekler sanırım. tüm asiliklerimi elimde tuttuğum tepsinin üstünde duran kahve fincanlarının içine saklayıp buyrun dicek olan kız benim. bu bende nasıl bir anksiyete yaratıyor bilseniz. bir kere türk kahvesi yapmayı beceremem. sonra nefret ederişm böyle saygılı küçük hanım pozlarından. ben nescafe mi türk kahvesi mi alırsınız demek istiyorum. belki insanlar nescafeyi daha çok seviyor. nerden biliyosunuz!!! allahım sevgilimle herkesin karşısında yanyana kızarmış suratlarımızla ellerimizden sarkan kırmızı kurdeleyle hayal edemiyorum kendimi. bi de en büyük korkum annem ya da babamın gözleri dolarsa ben başlarım ağlamaya. sonra gidin siz ben istemiyorum deyip odama kaçabilirim. yapabilirim yani.

1.10.2009

nefes

mutsuzluk kara büyü
sen söylersin o büyür
aldıkça her nefesle bir
içindeki keder birikir
dökülür paçalarından aşaağı
adımladıkça yerin bellidir
kaybedemezsin izini
nereye gitsen peşinden gelir
avuntuyu aradığın sigarada
son sürat giden arabada
çikolatada ya da uykuda
nafile firardaysa huzur
kayıp ilanların boşuna.
büyüdükçe azalırsın işte
her devre yazılmış aynı hikaye
senin döndüğün devran da bu gidişle
biter ve tüketir