27.07.2009

ankaradan

inzivaya çekiliyorum

24.07.2009

yalovada yeşil mavi bir tatil 3- son



Artık yorulduğumu hissediyorum. Gündüzlerimizi ormanları yararak, denizleri koklayarak geçirdiğimiz 6. gün bugün. Yarın dönüyoruz. Ben kırgın kalbimi toparlayıp valizime yerleştirdim. Buradan ankara sonra adana ardından da bitlis. Ruhumla bedenim git gel yaşamakta yarış ediyor sanki. Kasvetimi del tuşunun arkasına saklayıp şu gezi yazımı bitirsem iyi olacak.

Çınarcıktan ''şelale'' youna düştük. Yine ormanın sakladığı virajlı dağ yollarının arasından epeyce gittik. yol boyunca bize yol gösteren tabelalar, Şelalede çay keyfi... siz hiç şelalede gözleme yediniz mi?...Şelaleye az kaldı... Şelaleye varana kadar bize eşlik eden,yanına gülen suratlar çizilmiş bu tabelalara güldük. Şelale Kent Ormanı diye adlandırdıkları bi tesisin içindeymiş. Çok da uzakmış. Oraya kadar yürümedik. Ormanda biraz dolaştık. ÇOK güzeldi nasıl yeşil havası mis falan demiyecem. Orman işte. Ama çocuk parlı vardı içinde. Tüm oyuncakların tahtadan yapıldığı. Babamla tahtravalliye bindik, kaydım, çocuk evinin çatısına çıktım, zincirli köprüden geçtim. Oradan Büyük Dipsiz Göle gittik. Göl gerçekten çok güzeldi. Küçük, etrafı ağaçlarla çevrili ve karanlık bir göldü. Durgın suyunun üzerinde arada çıkan esintinin yönüne uygun minik kırışıklıklar oluşuyor sonra sanki görünmez bir el tarafından ütülenmiş gibi yeniden düzeliyordu. bu küçük oyunu orada saatlerce izleyebilirdim. etrafta uçuşan sinekler olmasaydı. İnsanların yiyip içip atıp gittikleri çöpleri yüzünden her yeri sinek kaplamış. Yazık. orada çok duramadık. yola devam ederken küçük dipsiz göl tabelasına ulaştık. babam büyüğü buysa küçüğünden nolacak dedi. biz de delmece yaylasına çevirdik direksiyonu. Delmece yaylası gördüğüm en düz yayla. çünkü dağın tepesinde kurulmuş. hep kitaplarda okuduğum ya da çizgi filmlerden gördüğüm geniş çayırlarla ilk defa müşerref oldum. Gökyüzü ve çayır. O kadar. öyle derin bir huzur ve sükunet ki. Küçük tahta hayvan barınakları kondurulmuş. İnsanların nerede yaşadığını kestiremesek de çok sevdik. Gerçi tabloyu yemyeşil sonsuzluğa dokunacakmış gibi uzanan çayırlarda özgürce koşturan süt beyazı,kuzgun siyahı atlarla süslesem hoş olurdu. ama biz sadece inek gördük. Yollarda ata sözünü terennüm edercesine arabaya bakan inekler. Orada konaklayacak bir çaybahçesi vardı. Belki dururduk ama karşımıza yeni bir tabela çıkmasın mı.. ''Siz Hiç Kolesterolü Düşüren Fırında Oğlak Yediniz mi? Soğuk Derede'' Bu civarlarda tabelaları yazan bir deli olduğu muhakkak. Biz de bu tabelanın peşinden yola devam ettik. Tabii şoförlüğü kaydeşime devreden babamın keyfi yerinde ama yusuf bi tek benm duyabileceğim bir sesle sürekli offlayıp puffluyarak direksiyon sallıyor.(biraz daha acıklı olsun die bir kamyoncu tabiri serpiştireyim dedim) Bizi bu sefer yol boyu soğuk derede kahvaltı keyfi 5 km..soğuk derede çay kahve su serbest (sanırım ikram demeye çalışmışlar)...soğuk derede mangal keyfi 6 km...soğuk derede fırında oğlak 8 km...tabelalarda yazan km yaklaştıkça artıyordu. Korku Filmlerinde ki gibi. Bi zaman sonra artık tabelalarda kmin sol tarafı boş kalmaya başladı. ''Soğuk dereye ... km'' arabanın ön cenahına(yusuf&ben) hakim olan tırsıntı arka kısmı(ana&baba) hiç uğramadan geri bize dönüyordu. annem ayy ne güzel herr yerrr ağaç, yusuf(hava sıcaklığı) kaç derece?? ,oh oh ne güzel!!(termometrenin düşmesi annemi çok mutlu eder, menapozda bir adana insanı tepkisi). babamsa elinde kitabı ve sigarası her sorulana genizden bir hmm cevabıyla sonunda soğuk dereye ulaştık. Ama deydi. Oğlak yemedik ama her yere tahtadan minicik çardaklar kurdukları küçük bir derenin etrafına oturmuş bir yerde , yerde minderlerin üzerine serilip, altımızdan akan suya baka baka saç kavurması yedik. Enfes bir ekmek geldi ki neredeyse masayı ekmeye katık edecektik. allahtan ekmek bitti de biz de döndük.


Ertesi gün de buradan gemliğe zeytin almaya gittik. Tabii bu markete gitmek gibi bi cümleye sığsa da biz 1 saatten fazla yol gittik. Biz bulunduğumuz yerin bi ilerisindeki yerleşim brimine ulaşmaya çalışıyoruz hep. Gemlikten sonra Kurşunlu, arada babamın akrabalarının olduğunu düşündüğümüz GençAli Köyü ( köyün girişindeki tabeladan bahsedicektim, vazgeçtim), Burgaz ve Mudanya. Bu seferde denizin kıyıya vurduğu kıvrımları izleyen bir yoldan gittik. İçimde sürekli şuradan denize atlayıversem (bu çocukluğumdan beri böyle) isteğiyle ve en sadık yol arladaşım mide bulantısıyla (bu da hiç değişmedi) gittik. Yolun kenarında minicik bir kumsalı, beyaz köpüklü dalgaları, sırtını ormana yaslamış bir köyden geçtik. Altın Taş köyü. Tatil Köyü dedikleri bu olsa gerek dedim.


Bursaya bu kadar yaklaşınca mudanyada iskender yiyelim dedik. Bahçe içinde armut minderlerin üzerinde bir çay bahçesinde kısa bir tavla turnuvasından sonra sahil yolunda yürüdük. Orada bi kafeye gittik. İki katlı kafenin balkonundan denize dalıp çıkan martıları ilzedik. Yalovada gün batımına yetişelim diye arabaya atladık. Yolda gördüğümüz kırmızı ferrariyi de sayarsak güzel bir yolculuğun arkasından termalde yaptığımız sıcak bir banyo ve güzel bir uykuya daldık.

son

22.07.2009

yalovada yeşil mavi bir tatil 2


Termalden yalova arabayla 20 dk sürüyor. yalovada sahil şeridi insanların kıpır kıpır yürüdüğü, çaybahçelerinin akşamları garip görünümlü şarkıcıları çıkarttığı,denize giren çıkan güneşten yanan,kırmızı insanların endam etiiği her neşeli bir yer. denizi temiz ve sahili kum.( benim en büyük takıntım kumdur taşta denize giremem.) yarım saatlik mesafedeki Çınarcık güneşe ışıktan yol giden bir denize ev sahipliği yapıyor . Çınarcıktan Armutlu ya doğru giderken patikaların arasında bir mezarlığın önüne kurulmuş köy pazarı karşılıyor sizi. Sıra sıra dizilmiş sebze meyva tarhları.her şey organik. hemen yanlarında bir teyze semaverde demlediği çayı bardağı 1 tlden satıyor. araba lastiklerinin ortasına konmuş minderlerin üstünde oturup çayınızı içiyosunuz. karşıda gözlemeci teyzeler organik gözleme yapıyor. (gerçekten kartonlara organik gözleme yazmışlar)ortam o kadar renkli ki arkamızda uzanan eski mezarların ev sahipleri çok şanslı olmalılar. yeşil bilebildiğimiz tüm tonlarının da üstünde yapraklar, ağaçlarla çıkıyor karşımıza. güneşin yukarıda bi yerlere olduğunu hissettirdiği ince bir aydınlık yayılıyor yola. yaprakların arasından kendine yol bulan güneş ışınları başımızı okşayıp hoşgeldin diyor. toprak yolda yürürken yanyana iki mezar gördüm. üzerlerini itinayla örtmüş küçük yapraklı bir sarmaşık. ne tuhaf sanki iki kişilik karyola gibi dedim.mezar taşlarını karı kocadır muhtemel diyerek okudum.bi kaç adım attım ki mezarlığın duvarına yaslanmış ve sarmaşıkla çevrilmiş eski usul demirden bir karyola başlığı gördüm.

Termalin köylerine çıkıyoruz bazen. tesisten şehir merkezi oklarını takip ettiğinizde çıktığınız köy güzel gümüş işlerinin, yerel nakışlarla işlenmiş şile bezlerinin satıldığı dükkanların olduğu küçük bi yerleşim. oralarda da pansiyonlar, küçük oteller var. bir de termale girerken sol tarafta üvezpınara çıkan yokuşu takip ettiğinizde , karşınıza her evin bahçesinden bi arabanın ancak sığacağı genişlikte taş döşeli yola sarkan, rendarenk çiçekler karşılıypr. o kadar güzel ki. gece gündüz evlerin önlerinde oturan teyzeler, dolaşan gençler, oynaşan çocuklar, nargile içen tavla atan amcalar, kuyruk sallayan köpekler kimi görsem, ne güzel..ne kadar mutlular diyorum. (bu arada uvezpınar mahalleymiş. arada 20 dk araba yolu olan köyün mahallesi. tuhaf:) oradan yine okları takip ede ede ''en tepe'' ye ulaşıyorsunuz.dağın en tepesine aynı isimle bi lokanta yapmışlar. arap ortaklarının etkisi kendini yerlerde serili kilimlerden, yer sofralarından, sert tütünlü nargile servislerinden belli ediyor. çardakların altına kurulmuş masalar birbirinden uzak. kimse kimseyi görmüyor. öyle standart bir menü yok. ne varsa onu yapıolar. biz dün akşam kuzu tandır,pilav,yoğurt,salata ve patates kızartması yedik.( mükemmeldi :) ki ben eti pek sevmem et suyuna pilavdan da hazzetmem.) en tepeden aşağıya bakın. ayağınızın dibinden başlayan yemyeşil bir orman, aralara serpiştirilmiş 30-40 hanelik küçük köyler. yeşilin bütünlüğünü bozan küçük baraj gölleri, kıyıya yakın kurulmuş yalova ve ilçeleri. ardından başlayan marmara denizi ve karşıda istanbulun hayal meyal silüeti ki akşam olup ışıkları yanınca ayağınızın altına tüm istanbul seriliyor. iki ışık demeti arasında uzanan marmaraya bakıp ormanın kara yeşilinde kayboluyorsunuz. yakın köylerden gelen çocuk sesleri neşeli bir ritm katıyor ruhunuza. başınızı diğer yana çeviridğinizdeyse sizi sonsuz karanlık ve sanki bir boy mesafesi kadar yakınmış gibi görünen ışıl ışıl bir gökyüzü yükseliyor. sanki gökyüzü insan yapımı 70 watta nispet yaparcasına tüm cömertliğiyle sergiliyor en mahrem güzelliklerini.

üvezpınara varmadan thermalium diye yeni yapılmış bir otel gördük. modern ve lüks görünüşüyle, doğa içinde uzanan bu otel sadece manzarası ve açık yüzme havuzu(soğuk suyla dolu) için tercih edilebilir benm için.

üvezpınardan yine okları takip ede ede (yer yön duygum zayıf olduğundan sağdan 3 km,sola sapak gibi tabirlerim yok farkedildiği üzere) su düşen şelalesine gittik. şelaleye indiğimizde geldiğimize deydi dedik. özel bir işletmeye ait olduğu için ortalıkta çöp, sarhoş vs yoktu. şelalenin suyuna soyulup sokulan minik çocuklar arasında ayağımızdaki converslerleri ıslatmadan şelaleye tırmanmaya çalışmaktan yorulup yarım ekmek arası sucuk attırdık mangala. komür ateşinin ağırlığında demlenen çaylarımızla beraber bi güzel doyurduk karnımızı. arap turistler yanlarında nargile taşıyorlar.alıştığımız modern çizgiler taşıyan ,fonda siyahi amerikan seslerinin popüler parçalarının çaldığı nargile kafe kültürümden sonra ormanın içinde tüten bir nargile görmek çok garipti.

21.07.2009

yalovada yeşil mavi bir tatil 1


yalova yolculuğu annemle kavga ederek başladı:) ve bir hafta sürecek allahım nasıl geçecek diye düşünerek çıktım yola. bugün saydım 5 gün olmuş. cumartesi ayrılıyoruz. büyüdüğmden nmidir bilmiyorum (belki de yaşlılık )bu sene buralar pek bi güzel geldi bana. ben de yazmalıyım dedim,unutamak adına.
anakaradan otobanla 4,5 saatte yalovaya geldik. termel ilçesinde kurulu bir tesiste kalıyoruz. tesisin içinde özel bir işletmeye ait otel, sağlık bakanlığının ve tbmm'nin misafirhaneleri var. ormanın içine kurulmuş, merkezde bir çınar var. çınar bir asırlık.gövdesi bizim aileyi yanyana koysak aynı ene ulaşamayak kadar büyük. kollarının altına 20 masalık bir çay bahçesi kurulmuş. kafanızı hiç boşuna kaldırmayın asla gökyüzü görünmüyor yapraklarından.artık siz tahayyül edin.işte özel tesis ki adı çınar bu ağacın etrafına kurulmuş. çınar kafe, çınar restorant,çınar market vs vs. çınarın önünden tekerlekli 7-8 vagonluk bir tren yarım saatte bir boşalıp geri doluyor. Buradan yukarıda onların şehir merkezi dedikleri bir köye çıkıp geri iniyor. Her yerden su akıyor. su yataklarının etrafında ortancaların ve ağaçların çevrelediği yürüyüş yolları var.aralarda ayak suyu, göz suyu, mide suyu gibi bilimum organ için konulmuş küçük çeşmeler ,sarnıçlar. sıcakmış, bozuk yumurta gibi kokuyomuş insanlara vız geliyor. her yerde kümeleşmiş şifa bulmaya çalışıyorlar. bir de türkmenistanlı doktor var burda, akapunkturcu onu sonra anlatırım. 3. gelişim olmasına rağmen hiç gitmediğim için içini bilmediğim hamamlar var.(hamamdan pek hazzetmem) 16. asırda yapılmış olup osmanlı devrinde restore edilmiş. kurşunlu hamam, valide sultan banyoları tarihten bugüne sıralanadursun aralarına yeni eklenmiş bir de yüzme havuzu var. (ama sıcak su dolu) ortanca restorantta otururken bi yandan güneşlenen bi yandan havlularıyla kıpkırmızı hamamdan çıkan insanların oluşturduğu kaotik manzarayı izleyebilirsiniz. tabi gözünüz genelde burayı istila etmiş arap turistlere takılmazsa. o kadar çok çarşaflı kadın, entarili amca var ki bakmamak elde değil. o kadar çoklar ki ben kendimi yabancı hissediyorum. güneyin ingilizce işgali gibi buradada tabelaların yarısı arapça. biraz yukarıda tbmm misafirhanesinin olduğu yerde atatürkün yazlık çalışma köşkü var. müze haline getirilmiş ve ziyarete açık. terliklerini bile saklamışlar çok hoş.( insanların fısıltıyla konuşması ben de türbedeymişim de fatiha okumalıymışım hissiyatı verdi gezerken. bi de gezdiren adamın odaları tanıtırken sadece 6 kişilik gezi grubumuza '' atatürkün manevi kızının yatak odası, çalışma salonu, ziyaretçi salonu'' derken andımızı okuyan ilkokul çocukları gibi hazırola geçip bağırması. güldüğümü görmesin diye hep grubun arkasında kaldım) .köşkün diğer adı yürüyen köşk. dalları köşke uzanınıca bir ağacı kesmek istemişler.bırakın kökünü sadece dallarının bile kesilmesine razı olmamış Mustafa Kemal. Mühendisler de kızaklar üstüne kşkü 4m 80cm kaydırmışlar.Termalin o kesimleri biraz daha nezih ve araplardan ziyade türkler var. Köşkün karşısında sinema kafe diye bir mekan var. Kafe köşkle birlikte restoran olarak bina edilmiş. ardından bi süre sinema olarak faliyet görüp kapanmış. Şimdi ise akşam 6dan sonra ücretsiz sinema filmlerinin gösterildiği (gerçi dün bizimkiler gitmiş. 2 kişiye gösterim yapmıyoruz demişler.) bir kafe olarak faaliyet gösteriyor. Kafenin beyaz tahtalı kapısından içeri ilk girdiğimde kendimi , üstümde tayyörüm başımda şapkamla kahvesini yudumlayan Mustafa Kemalin yanına gidiyormuş gibi hissettim.(Kafeye girer girmez karşınıza Atatürkün siyah beyaz bir zeminde elinde kahve fincaı,bi kaşı havada sert bakışlarını üzerinize dikmiş size bakıyor hisiyatı veren bir tablo asılı). Çok güzel, yüksek,sade,ferah ve şık. kafenin arkası bizans zamanından kalma surların arım ay şeklinde çevrelediği bir alana bakıyor. Camla döşenen bu bölmeden eski tarihi eserleri, sütunları seyrediyorsunuz.( ama gelişigüzel atılmış o eserleri görünce çok canım sıkıldı. insan bi düzenler, bi ışıklandırma yapar. hiçbişeyimizin kıymetini bilmiyoruz malesef) Kafenin bahçesinde eski ama bakımlı bir havuz var. havuzun kenarına dizilmiş demir masa sandelyelerde her gün türk kahvelerimizi içip sohhet ediyoruz. benim için oturup havuzu seyretmek başlı başına bir eylence. havuzun içinde dört tane fıskıye var. bu fıskiyelerden su ince kollar oluşturarak havaya doğru yükseliyor, bi müddet sonra havada kibarca kıvrılarak suyun üzerine kendini bırakıyor. Kafenin ilerisinde yaverlerin kaldığı bir köşk daha var. babam ziyarete açık mı acaba diye gittiğinde üzerinde''' resmi maisafrihane giriş yasaktır'' yazısını okuyor. tam döncekekken kapı açılıyor ve içinden bir arap çocuğu çıkıyor. Babam çocuğa bakakalınca başka bir adam kapıya gelip yarı ingilizce yarı arapcca kendilerinin burada kaldığını anlatmaya çalışıyor. Babam söylene söylene geldi yanımıza. Resmi cumhuriyet döneminden kalma bir köşkü bi arap ailesine kiralamak. Belki arap konsolosluğundandır diyerek babamı sakinleştirmeye çalıştım.

19.07.2009

deniz kestanesi


Bir göz yanılması oldu az evvel.netten indirdiğim uyduruk Bi araba yarışının tam ortasında alakasız bir yazıyı deniz kestanesi diye okudum. Ne güzel bi tamlama dedim. Hayaimde güzel bir deniz , kimse yok. ufka kadar uzanıyor masmavi. Güneş öğleden sonra fularını sarınmış . biraz alçalmış. turuncuya çalıyor. Kumlar bronz bir heykeli tuzla buz etmiş de dökmüşsün gibi. parıldıyor. ot,çöp,taş hiç bi şey yok görüntüyü bozacak. o kadar temiz görünüyor ki evdeki halı kadar özgür basıcaksın üstüne. ayağıma bi şey batar mı diye düşünmiceksin. istediğin kadar denizi izleyip yürüyeceksin. sonra denize doğru. güneş rehavetle ışıdığı için kumları artık sıcak değil. ılık ince inci zerrecikerinin arasında batıp çıkacak ayak parmakların. kimsenin sana dikilmiş ya da senin öyle sanarak tedirgin olduğun ya göbeğin ya da açıkta kalan göğüslerinde kalmıcak aklın. vücudundan bağımsız olacaksın. zihnin de çıplak bedenin kadar hür. güzel miyim, göbeğim çıkıyor, çatlaklarım var, selülitlerim yok gibi zırvalardan, öküz gibi bakıyo ya diye kaçtığın öküzlerden arınmış bir deniz keyfi bu. bu sefer kumsalın zerafeti sana ait. güneşin altında yıkadığın vücudun güzel,bikinin modaya uygun,plaj çantan bikinine uygun olmasa da olur.sen bu güzelliğin altında kendini bir tanrıça gibi hissedeceksin.ağır adımlarla ,tebaasının önünde tahtına yürüyen bir prenses gibi denize yürüyeceksin. ayak izlerin, yavaş yavaş kaybolduğu yarı ıslak bir yol bırakacak ardında. deniz o kadar ağır ve narin alçalacak ki. dizlerine ulaştığında su, geride bir valslik adım bırakacaksın. suyun tatlı serinliğiyle ürperen tüylerin vücudunda ekilmiş tarlalar gibi kabaracak. yürümeye devam edeceksin. denizin dibinde küçük dalgaların şekil verdiği kumlar kısa aralıklkarla yükselip alçalmış kasisler gibi. bastıkça ayağının altında eriyecek.dışarıdan masmavi görünen su içindeyken bir bardak su gibi berrak. o şeffaflığın içinde sen de görünmez olduğunu düşleyeceksin. saçların ıslandıkça uysallaşıcak.o da senin gibi bırakacak kendini suya. başına iyice yapışan tutamlar suya battıkça bir bir dağılılacak. her bir tek kendi halinde salınmaya başlayacak sırtında geriye. kulaçlarını güneşe doğru atıcaksın. geriye dönemezsem diye korkmadan. kolların denizden ayrı değil artık. batıp çıkan başın dalgaların köpükleri arasında o kadar kendinden emin ve rahat. yoruluyosun. sırt üstü bırakıyosun kendini deniz yatağına. tuzlu su seni kaldırıyor. denizin üstünde kolların başının altında mavi gök yüzünü izliyosun. allaha teşekkür ediyorsun. bu güzelliğin bi parçası olduğun için.

16.07.2009

çok ıssız


aynadaki aksime bakıyorum.hayatımın 6 senesine imzasınıatan sokakların ıslaklığında yansıyan aksime balıyorum. annemin yüzüne bbakıyorumm . telefon rehberinde kardeşimin ismine bakıyorum. aynadaki aksime bakıyorum. ISSIZ... metreleri onların belirlediği mesafe taşlarının arasından hayatıma girmiş insanlara bakıyorum. ISSIZ...
Günlerdir Ankaradaki karanlık evime dokunup geçen güneşi yakalamaya çalışıyorum salonun sokağa bakan penceresinden.Saat 11 gibi oturuyorum turuncu halıya. ISSIZ... Akşamdan geceye değin sokağımdan sallanarak yürüyen ,mutlu yürüyen, muhabbet ederek yürüyen insanlara ev sahiplişği yapan penceremin önünde. insanların mutlulukarından bir katre de bana düşsün diye bekliyorum.. ISSIZ...
Bi duyuyorum ki biri nişanlanmış, diğerini istemişler de yüzük takmış,öteki hamileymiş, berikinin aşk hayatındabir milad kapanmış,kimisi türkiyede bile değilmiş.Hepsi de bi zamanlar dostummuş.ISSIZ...
Geldiğimden beri evi temizliyorum. 3 güngür. her gün . 10 makinayı buldu yıkadığım çamaşırlar. Annem geldi salonun yeni şeklini nasış buldun dedim. Yusuf beğenmedi dedi. yusuf, kardeşim. bu kadar mı yani? telefonda aa geldiniz mi neden haber vermedin dediğimde evde olmayan birine haber vermem dedi. oysa yola çıktıklarını da haber vermemişti. ki benm o KIZMASIN diye kıçım çıkana kadar temizlik yaptım. Kızmasın diye. çünkü herşeye kızdı. ve ben eve geldim .gözlerini bile açmadı benle konusurken. o da konuşmadan ne kadar sayılırsa. bu kadar möı? bu kadar! ISSIZ...
Adana -ankara arası 475 km. ISSIZ...
Mutsuzum.
Arkadaşlarımdan koptum. daha doğrusu bilrerek ve acıyarak tek tek kopardım hepsine olan gönül bağımı. ben aramasam kimse aramadı. ben çağırmasam kimse çağırmadı. belki ben kendimi çokn ve lüzumsuz önemli nhissetitğimdendir. belki de gerçekten dost sandıklaım kısa bir filmdir. bilemem. bildiğim. ISSIZ...
Ailem için her zaman öyleydiim ve hala şamar oğlanı. Ben herkesin sinirini üstüme hiç çekingesiz üstüme kustuğu evin kızı. ben, yaptıklarımın hiç kimsenin gözüne görünmediği halde yapılmayan herşeyin sorumlusu tutulan evin kızı. Daha ağzı süt kokan hayatta hiç bir sorumluluğu üstrüne almamış kardeşimin bile saynmadığı, saydırılmadığı evin ablası. İlk maaşında doğım günündse zartında zurtunda hediyeler aldığı hiç kıyamadığı parası bitmesin diye para verdiği ben, kargo parası verecek die bir anahtarı göndermeyen, telefonu yüzüme kapatan evin ablası.
Ben hep insanları alttan alırım. Kimseyle kavga etmem kolay klay. veya fikrimde ısrar etmem. topluıuğa uyarım. kırılırsam belli etmem. ailemin her türlü ihtiyacına onlar bilmese de koşarım. onlar multlu değilse yaşadığım andan tat almam. içim rahat etmz. aklım hep kalır. hep ararım geç kalanları. gidewr alırım hiç olmadı. yolum uzundur kırk kere ararım gecikicem kusura bakama die.hep unuturum hep affederim bana yapılanları. netice, ISSIZ...
şimdi elveda diyorum. daha önce de başımdan geçti. artık biliyorum. bu yollar çok çetrefiilli. ama elveda diyorum. kim duyar kim umursar bilmiyorum. ve hiç önemli değil. yalnız olduğunu bilirsen güçlüsündür. bilmeden yaşadığınsa ISSIZ................

3.07.2009

rumeli havası

adanadan, temmuz akşamından bir geceydi. göle yukarıdan bakan bi yerde oturduk. suya vuran yansımalarıyla beraber izledik şehrin ışıklarını. nemli turuncu gece üstümüzde alabildiğince durağan. aklıma düştü bu şarkı. 2 sene önce bi yaz gecesinden esti geldi rumeli havası. sezenin puslu sesiyle içime doldu. ruhumun açık pencerelerinden taa içime, kalbimin en saklı yerine. bırakıp da gitmek istedim her şeyi. özgürlüğün sarhoşluğuyla, yalnızlığın melankolisiyle beraber çekip gidebilmek. hayatımı yalnızca istediğim gibi ve istediğim sürece yaşayabilmeyi. başka hikayelerin kahramanı olmayı. istedim sadece. hiç yapamayacağım oysa. belki bu son şansım ama yapamayacağım yine de. ve belki bi yerlerde hep bi pişmanlık kuytusuyla yaşayacağım. söylemek istediğim ama sustuğum sözler, bakmak istediğim ama görmediğim gözler, gitmek istediğim ama gitmediğim yerler, öpmek istediğim ama kaçtığım tenler,yazmak istediğim ama sildiğim cümleler, giymek istediğim ama vazgeçtiğim elbiseler,çalmak istediğim ama unuttuğum şarkılar.............................................................özür diliyorum, başkaları için kendimden vazgeçiyorum......................