20.10.2009

tuzlu kahve

allahım bugün bitsin.. halbuki daha yeni başlıyordu. annem mutfağa kamp kurmuş, elinde bir tencere zahmeli yemek çeşidiyle zilimizi çalan arkadaşlarıyla hazırlık yapıyorlardı. kezban teyzekimbilir kaçıncı defa parkeleri parlatıyor, salondaki eşyaların tozları bitmiş,cilasını kazıyordu. babam yoktu. ben bi hastaneye gideyim deyip çıktı evden. misafirler gelmeden gelirim. evden çıkana kadar mutfağa girip eaeaaee amma önemliymiş gelenler, biz bu kadar yemeği bir arada görmedik diye annemi kızdırıyordu. ve zaten buna müsait olan anneciğim sanki yaptıklarımı yiyorsun da diye söyleniyordu. aslında babamın gitmesi iyi olmuştu. nedense onu görmek istemiyordum. içimi kaplayan utançla karışık hüzün babamın yanında iyice artıyordu. benim yapacak bir işim yoktu. odama geçtim. sevgili odam, kardeşimle aynı odayı paylaştığımız çocukluk günlerimden,ergenliğe oradan erişkinliğe geçen adımlarımın sahidi,tüm sevinçlerimin ortağı, gözyaşlarımın sırdaşı sevdili odam. perdeyi araladım. pencereden bir kez daha baktım seyhan nehrine. nehrin iki yakasında su boyu dizilen ağaçların gökyüzüyle birleştiği ufuk çizgisine asılı kaldı gözlerim. doldu, sızlayan burnuma kızarak kapattım perdeyi. yapacak çok iş var. dolabı açtım. askıda duran elbiselere baktım akşama hangisini giysem ki. aslında canım hiç birini giymek istemiyor, kuaföre gitmek de istemiyor. süslenmek güzel görünmek de istemiyor!!!! işte yine o utançla karışık hüzün tıkadı boğazımı. dolabı kapattım. odadan çıktım. anneme bu düşüncelerimi iletince ben de evden iletilmek durumunda kaldım. bıktım senin kararsızlığından, ne demek şimdi bunlar,insanlar bana mı geldi ,sana geldi......... evet bana geldi. beni görmeye geldi. beni istemeye geldi.......istemek ne ya!!ne demek istemek? kimden istiyorlar, neyi alıp vericekler?? beni mi!!!!!!bunları düşünerek çevirdim kontak anahtarını. kocaman bir homurtuyla çalıştı araba. gaz pedalına dokundum, küçük evlerin yüksek katlara boyun eymediği son adana mahallelerinden birinin dar sokağında ilerlemeye başladım. her evin bahçesinden sokağa taşan çiçekler geldi gözümün önüne. ben o zamanlar ilkokuldaydım. liseyi bitirene kadar hergün gidip geldim bu yoldan. ve her sene biraz daha terkediğine,yıkıldığına,mahalle bakkallarının kapandığına şahit oldum. şimdi ne eski güzelliği var ne eski hareketi. ama yine de tanıdık. oysa bugün kendimi çok sevdiği bir insanı son kez gördüğünü, bilen birinin yabancılığı var üstümde. biran önce kuaföre varmak için hızandı araba.

kuaför kalabalık değildi. merhaba fatih abi,nasılsın? fön olacak sadece. kapının hemen kenarındaki koltuğa iliştim. huzursuzca sıramı beklemeye başladım. söylesem mi acaba? aman ya ne söylicem. neyi söylicem asıl. bugün beni istemeye geliyorlar mı dicem. istemeye, buralardan,babamın kucağından,evimden,bana ait olan herşeyden istemeye....kısacık kestirsem mi? ne zamandır uzatmaya çalıştığım saçlarıma sıcak fırça deyip geçerken aklımdan geçti. saçmalama , sonra pişman olacaksın, sakin ol bi diye kendi kendimi sakinleştirdim. ne zaman mutsuz olsam,sinirli olsam,yeni bir başlangıç yapacak olsam makasa vurduğum saçlarım ömrümde ilk kez elimden kurtulmuş nice zamandır ilk kez omuzlarıma dokunabilmişti.

daha erken. gelmelerine çok var. dolaşırım biraz deyip arabayı kauförün orda bıraktım. şalgamcı,halka tatlıcısı,kebapçı ve mağaza vitrinlerinin sıralandığı caddeden yürümeye başladım. alo.. napiyim aşkım, öyle yürüyorum. hmm kuaförden çıktım. olur görüşelim. bizim evin yanında bir otelde kalıyorlardı. buluştuk hemen,her zman gittiğim kaktüs kafeye gittik. birer çay içtik.adana nasıl sıcak... çiçek yaptırıcam daha, hadi kalkalım dedi. kalktık. ne vardı biz hep böyle kalsaydık, böyle el ele,böyle genç,böyle gezip tozsaydık. ne soyadlarımızdan vazgeçseydik ne aidiyetliklerimizden.

eve gittiğimde babam gelmiş, yeni aldığı kahve makinasını kurmuş deniyordu. benim kahvem her ne hikmetse hiç güzel olmaz da.ve teknoloji düşkünü çılgın babam,bu merakını her türlü ortamda yansıtabildiğini bir kez daha kanıtlamış oluyordu. gittim sarıldım . seni hiç zor durumda bırakır mıyım dedi. bırakmaz, bırakmadı diyemicem çünkü bazen hayatımı kolaylaştırmak için zorlaştırdığı olmuyor değil:) annem kendini bir taburun karnını doyurmak üzere programladığından hala yemek ,sos,salata yapıyordu. sofraya bembeyaz bir örtü serilmiş, en sevdği yemek takmları çıakrılmış. elime salatalıkların bile özenle dizildiği bir tursu tabağı tutuştururken sakın suyunu dökme dedi. ben de git yavrum o bembeyaz örtüye dök demiş gibi.. döktüm. masanın ortasında kocaman bir leke, kaptığım gibi deterjanlı bezi tamam ya ben şimdi hallederim diye şirinlik yapmaya çalışıyorum bi yandan örtüyü siliyorum. allahtan sofraya konulacak o kadar çok tabak vardı ki, değil leke masa örtüsünü bile göremedik. sofra kuruldu her şey hazır,zil çaldı. ben koşarak odama kaçtım. odam evin bir ucuysa giriş kapısı öteki ucu. biraz pudra biraz ruj sürüp beklemeye başladım. hani birisi beni çağırır falan diye..yok. kapının deliğinden baktım ,napsam gitsem mi beklesem mi? sonunda çıktım odadan, salonun kapısında annemle babamı gördüm geleyim mi dedim bu çabam da sonuçsuz kaldı. ben de salona daldım. hoşgeldiniz diyip annesini öptüm, babasının elini sıktım,emrahın yanından kaçarcasına uzaklaştım. yokmuş gibi davrandım. allahım babamın yanında emrahın yüzüne bile bakamıyorum. nasıl utanç verici. annem yemekleri götürmeye başladı. ben de kendimi işe verdim. herkese servis yaptık oturduk yemek yicez. kahvaltıdan beri yemek yemediğim için inanılmaz acıkmışım. başladım yemeğe. hani istemeye gelinen ben miyim, süzük kibar genç kız pozları falan hiç. ben hapur hupur başladım . beni durduran annemin bakışları ya da olası mahcup genç kız modu değil,içimdeki korseydi. biraz daha yersem acıyooo diye ağlamaya başlıcaktım,durdum.emrahın bir ara bana baktığını farkettim. bakmasana, babam görecek şimdi. sanki gelme maksatları belli değilmiş gibi tuhaf bir inkar etme hali bendeki. sanki ben onu görmeyince gözden kaçıp arada kaynıcaz. yemek faslı bitti, balkona geçtiler. kahve dendi, mutfakta kös kös oturmakta olan ben makinayı bile çalıştıramayıp babamı çağırdım.biz maaile kahve pişirmeye çalışırken emrah içerde babasını ,beni istemeye ikna etmeye çalışıyormuş. babam istenmicek sadece tanışmaya gelsinler diye haber göndermişti. isteneceği onlar gelmeden yarım saat önce belli olunca adamcağız çalışamamış:) ee hani bi dahaki sefere isteyecektik diye stres yapmış. kahveleri pişirdim. fincanlara dağıttım. tuz kavanozuna uzandım. annem bi yandan babam diğer tüm yapma etmelerine aldırış etmeden bir ölçek tuzuuuu boca ediverdim fincana. bir ölçek dediğim üç yemek kaşığı ediyormuş nerden bileyim.. bi de iyice çözülsün diye karıştırdım. bir kaşık da ben tadına baktım ki o bir kaşığın tadı ağzımdan gitsin diye neler yemedim... pişmandım ama elden ne gelir. kahve emrahın önüne gitmiş benim daha önceden ''tuzlu kahveyi yüzünü buruşturmadan içmelisin, senin elinden ne olsa içerim demekmiş,içmezsen bu oğlan bizim kıza katlanamaz anlamına gelirmiş'' diye korkuttuğumdan hepsini içmiş. annem babam kardeşim hepsinin gözü emrahta, annem bir üzülmüş ki, mutfağa gelip beni haşladı. zavallı çocuk bir yudum kahveden bir yudum sudan içti,gık demedi.kardeşimi çağırdım,çikolatayı açıp götür bunu ikram et dedim. ağzının tadı değişse bari. bu arada emrah kendi kendine, şimdi ben burda bayılsam nolur, hastane de yanımızda,acilde kız isteme diye gazetelere düşeriz dermiş. dermiş çünkü o kadar kahve ve tuz tansiyonunu yükseltmiş e tabii haliyle.gözlerim karardı,kusacaktım neredeyse diyor. ben de doktorum o da benim sevgilim!! ne denir... babam usta manevralarla konuyu değiştirip biz sizi çok sevdik,gene bekleriz diyerek savuşturdu ilk hamleyi. yani beni istediler,babam vermedi. kolay mı öyle benim kızımı almak diyor, haklı. herkesin aklında tuzlu kahvenin tadı kaldı.

Hiç yorum yok: